İnsanın kendini bir başkasına sıfırdan tanıtması hakikaten de kolay iş değil, çünkü içinde bir tutam yanlış anlaşılma veya olduğundan eksik görülme korkusu barındırıyor. Bana öyle geliyor ki hoşlandığımız insanın her şeyden önce güzel yönlerini algılamaya meyilli oluyoruz: “Ne kadar da hoş sohbet birisi”, “çok eğlenceli”, “o da bilmem neyden hoşlanıyormuş inanabiliyor musunuz, çok ortak noktamız var” vs. diye giden bir listede önce aramızdaki o ateşi yaratan kıvılcımın peşine düşüyoruz. Belki bu yüzden de ilk zamanlarda köşelerimizi, keskin noktalarımızı ve kırıldığımız yerleri göstermekten çekiniyoruz biraz. Daha yuvarlak taraflarımızı ve daha bütün hissettiğimiz noktaları göstermeyi, ona kendimizi en güvendiğimiz yönlerimizden yola çıkarak tanıtmayı önceliklendirebiliyoruz. Beğenilme isteği bazen, “olduğu gibi” olma halinin önüne geçen bir şeye dönüşebiliyor.
Bu biraz da toplumlar olarak neyi “beğenilir” bulduğumuzla alakalı sanırım. Zeki, güzel, komik, çekici, neşeli vs. olmanın “beğenilir”; korkak, yavaş hareket eden, güzellik standartlarına uymayan, düşük modda vs. biri olmanın “beğenilmez” olduğu varsayımlarıyla büyüyoruz ama hangimiz bu etiketlerden tek bir tanesiyiz ki? Hangimiz bunlara sıkışarak yaşamaya devam edebiliriz?
“Kusursuzluğu unutun. Her şeyde bir çatlak vardır. Işık içeri oradan girer.”
İnsan tüm yeni ilişkilerine “şu anda olduğu insan” olarak giriyor ama beraberinde “geçmişte olduğu insanı” ve “gelecekte olabileceği insanı” da getiriyor. Bu farklı boyutlar arasında yapılan gelgitler sırasında ister istemez çatlaklar oluşuyor; değişimlerin, acıların, korkuların ve öğrenilmişliklerin yarattığı birtakım çatlaklar. İyi ki de oluşuyor, çünkü hepimizi biricik kılan şey biraz da bunlar. Burada sözü Gloria Steinem’a veriyorum. Steinem, Türkçe’ye İçimizdeki Devrim olarak çevrilen ve baskısı olmayan, Revolution from Within isimli kitabında şöyle diyor -çeviri benden:
Biz çok sayıda benliğimizle varız. Benlik yalnızca içimizde şefkat ve ilgiye ihtiyaç duyan zamanenin çocuğu değil, geçen sene olduğumuz, dün olmak istediğimiz, bir işte, bir kışta, bir aşkta, gözlerimizi kapattığımızda şimdi bile odalarının kokusu burnumuzda biten bir evde olmaya çalıştığımız insandır. Sonsuz tepki ve geri dönüşlerden oluşan ve bu sürekli değişen benlikleri bir araya getiren şey şudur: Her zaman tek bir gerçek iç ses vardır. Ona güvenin.
Farklı ilişkilerimiz içinde geliştirdiğimiz benliklerimiz, komiklik seviyelerimiz, iletişim tarzlarımız vs. birbiriyle aynı olmayabiliyor gerçekten. Bazı insanlarla ya da hayatımızın bazı dönemlerinde karanlık taraflarımıza bakmayı, başka insanlarla ya da başka dönemlerde aydınlık taraflarına bakmayı sevebiliyoruz. Bazı insanlarla çatlaklarımızın içine doğru bungee jumping atlayış yapabilecek gibi hissederken, bazılarıyla üstümüze altın tozları sürünmeyi daha keyifli bulabiliyoruz. Ama Steinem’ın dediği gibi, farklı ilişkilerde farklı şekillerde ortaya çıkabilen bu benlikleri birbirine bağlayan şey, insanın tüm bu farklı ilişkilerde kendi iç sesiyle aynı çizgide, kendine karşı dürüst, rahat ve içten hissetmesiyle alakalı.
Çatlaklar güzeldir, ama farklı benlikler arasındaki çatlaklar varoluşu ikiye, üçe, beşe bölecek kadar büyüdüğünde de insan iç sesini bulmakta zorlanabiliyor ve bu kez eline bir iğne iplik alıp, bölünen tarafları arasında biraz dantel örmek isteyebiliyor.
Bu sayıyı da kapatmaya doğru giderken sizi bell hooks’un hep aşka dair kitabında psikolog John Welwood’dan yaptığı şu alıntıyla uğurlamak isterim -hala buralardaysanız:
Kendimizi partnerimize açıp bunun zarar değil sağalma getirdiğini gördüğümüzde, önemli bir şey keşfederiz : Yakın ilişki; bize dış görünüşler dünyasında bir sığınak, kendimiz olabildiğimiz, olduğumuz halimizle var olabildiğimiz bir mabet sunabilir… Böyle bir maskelerden soyunma -gerçekleri söyleme, içsel mücadelelerimizi paylaşma ve hassas uçlarımızı gösterme- hali iki ruhun buluşmasını ve birbirine daha derinden temas etmesini sağlayan kutsal bir eylemdir.
İç sesinize ve sığınaklarınıza iyi bakın
Bir yanıt yazın